Meditasyonlar Üzerine Meditasyonlar - (3/3)

 Bu seriyi bu yazıyla finalliyoruz. Hadi başlayalım. Descartes’tan çevirerek alıntılıyorum:

“Eğer bir tanrı var olmasaydı var olur muydum? Her şeyden bağımsız olsaydım ve kendi varlığımın üzerinde bir otorite sahibi olsaydım hiçbir şeyden şüphe duymazdım, hiçbir arzuyu deneyimlemezdim, bütün mükemmeliyetsizliklerden münezzeh olurdum. Tanrı’nın kendisi olurdum.”

Bu alıntıyı bir arkadaşıma gösterdiğimde şöyle söylemişti: “Tanrı kavramının altını bir şekilde doldurmak zorundayız. Tanrı’yı kabul etmeyenler bile bu kavramın altını başka şeylerle dolduruyor, başka şeyleri tanrılaştırıyor.”.

Tanrı’ya inanıyor olabilirsiniz, inanmıyor da olabilirsiniz ama “tanrı” kavramının altını bir şekilde doldurmak zorundasınız. Tanrı kavramı zihnimizde bir şekilde -isterseniz Descartes gibi bu kavramın Tanrı tarafından zihnimize konduğunu savunun, isterseniz bu kavramı bizim uydurduğumuzu savunun- var ve zihnimiz bu kavramın altını biz istesek de istemesek de bazı elemanlarla dolduruyor, doldurmak zorunda çünkü zihin, boşlukları doldurma eğiliminde. Aklıma Kant geldi. O da aklın, kendi kendini tamamlaması gerektiğini söylemişti. Aklımızda öyle bir sistem olmalı ki bu sistem; dünyayı, evreni, zihnimizi, her şeyi anlamakta bize bütüncül bir resim sunmalı. Peki neden her şeyi anlamaya çalışıyoruz? Bunun cevabını da Aristoteles Metafizik kitabının ilk cümlesinde veriyor:

“Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler.”

Evet, bilmek istiyoruz. Biyoloji, canlıları bilmeye çalışıyor; fizik, maddenin hareketini bilmeye çalışıyor; kimya, elementlerin doğasını bilmeye çalışıyor; felsefe, varlığı bilmeye çalışıyor. Bilebilmemiz içinse önce anlamamız gerekiyor.

Burada “bilmek” ve “anlamak” kelimelerinden ne anladığımı açıklamak istiyorum. Aristoteles’e göre bilmek, -ve bana göre de- bilinen şeyin zihinde faal olmasıdır. Bilinen şey, zihnimizde aktif halde bulunduğunda biz bu şey hakkında onu bildiğimizi söyleriz. Eğer bilinen şey, zihnimizde pasif halde bulunuyorsa bu şey hakkında onun zihnimizde sadece var olduğunu söyleyebiliriz ama şu da var ki bu bilinen şeyin zihnimizde sadece var olduğunu söylediğimiz anda onu aktifleştirmiş oluruz, dolayısıyla bilmiş oluruz. O halde zihnimizde pasif halde bulunan şeyler için bunların şu anda farkında olmadığımızı söyleyebiliriz. Örneğin bir filmi izlemeye odaklanmışken bundan bilmemkaç sene öncesinde yaşadığım, bende olumsuz etki bırakan bir hatıramın farkında olmam. Elbette filmdeki bir sahne bu olumsuz etkinin canlanmasına, bu hatıranın hatırlanmasına neden olabilir ama bu sahneyi görene kadar bunları yaşamam. Sonuç olarak zihnimde var olan bazı şeyleri bilirim, bunların farkındayımdır ama bazı şeylerin de farkında değilimdir, bunları bilmem. Peki bu farkında olmadığımız, bilmediğimiz şeylerin farkında nasıl olabiliriz, bunları nasıl bilebiliriz? Anlayarak. Anlamak, bilmenin ön koşuludur. Anlamak kelimesiyle, bir şeyin zihnin süzgecinden geçebilmesini kast ediyorum. Bir şeyin -bir nesne, bir düşünce- zihnin süzgecinden geçebilmesi demek; bu şeyin zihnin kalıplarına, yargılarına, kavramlarına, yapısına uyması demektir. Bakış açımızı, görüş alanımızı ne kadar çok genişletirsek o kadar fazla şeyi anlamaya başlarız ve bunun tersi de geçerlidir; ne kadar çok şeyi anlarsak bakış açımızı, görüş alanımızı o kadar çok genişletiriz. Bakış açımızı ne kadar genişletirsek bildiğimiz şeyleri de o kadar artırabiliriz ve yine bunun tersi de geçerlidir; ne kadar çok şey bilirsek bakış açımızı da o kadar genişletebiliriz. Tabii bütün bilgi birikimleri bakış açısının genişlemesine yol açmaz; bazıları kuru, yani hayata geçirilmemiş bilgi yığını olarak kalır. Mesele bilgiye sahip olmak değil, o bilgiyi hayata geçirebilmek. Cemre Demirel’in “Gerçek Hayatta Bunlar Ne İşimize Yarayacak?” isimli bir videosu var. Orada şöyle diyor Cemre Demirel (Bazı yerleri kesiyorum ve değiştiriyorum):

“Diyorsun ki 'Gerçek hayatta bunlar ne işimize yarayacak?'. Senin hayatın ne ki? Sabah uyanıyorsun. Okula ya da işe gidiyorsun. Instagram, WhatsApp, Tinder, karı kız. Tamam, güzel. Akşam dışarıda içersin edersin, tamam. Eve gelirsin. Maç, dizi falan. Sonra ertesi gün aynısı. E sen ne yaptın ki? Senin hayatın mal gibi.”

Hayat maçtan, diziden, WhatsApp’tan ibaret değil. Hayat bundan daha fazlası ama Cemre Demirel’in söylediği gibi yaparsanız hayatın sadece küçük bir kısmını anlarsınız, onu da belki yanlış anlarsınız. Hayatı daha fazla anlayabilmek için bize farklı deneyimler, farklı etkileşimler gerekiyor. Bu deneyimler ve etkileşimler sayesinde zihnimizde bulunan ve farkında olmadığımız şeyleri aktifleştirebiliriz. Aktifleştirdiğimiz bu şeyler sayesinde bilgimizi artırabiliriz. Bilgimizi artırınca hayata dair daha geniş bir bakış açısı elde edebiliriz. Bu bakış açısı da hayatımızı yönetmemizde bize rehberlik eder. Süreç böyle zincirleme bir şekilde ilerliyor ve bu zincirin tersi de oluyor. Hayatımızı daha iyi yönettiğimizde farklı bir deneyim yaşadığımız için farklı bir bakış açısını yakalıyoruz. Farklı bir bakış açısı yakaladığımızda bu bakış açısı hakkında araştırma yapıp yeni bilgiler öğrenebiliyoruz. Yeni bilgiler öğrenmemiz demek, zihnimizde farklı şeylerin aktifleştirilmesi demek. Bu süreç, aklın kendi kendini yetkinleştirmesi süreci. Evreni ve dünyayı daha iyi anlama ve bilme süreci. Belki hiçbir zaman tamamlanmış bir resme, bir sisteme ulaşamayacağız ve bu nedenle bazı noktalar eksik kalacak. Belki hiçbir zaman tatmin olamayacağız ama süreci keyifli yapan biraz da bu değil mi? Süreç keyifli, çünkü hiç bitmiyor ve tatmin olma halinden tatmin olmama haline geçildiği zaman bilmediğin bir noktayı öğrenme fırsatı yakalıyorsun ve bu noktayı araştırırken de keyif alıyorsun. Ayrıca diyelim ki bu sürecin bir sonu olsa, biz o tamamlanmış resme ulaşsak, artık keşfedeceğimiz hiçbir şey olmasa, yaşayacağımız hiçbir deneyim kalmasa hayattan keyif alabilir miyiz? Alamayız çünkü ortada yeni olan hiçbir şey kalmaz.

O halde ne yapmalı? -Tutunamayanlar’dan Selim Işık’a selamlar-. Dış etkenlerin uyutucu durgunluğuna -maç, dizi, WhatsApp, Tinder, karı kız- kapılıp kendimizi avutalım mı? Yoksa aklımızı yetkinleştirmek için çalışalım mı? Karar sizindir ama birinci seçeneği yaparsanız bu hayattan çok da keyif alamazsınız gibi geliyor bana.

Bütün bunların Tanrı’yla bağlantısı nedir? İkinci seçeneği seçen bir imanlıysanız Tanrı’nın yarattığı bu evreni anlama yolunda iyi bir adım atarsınız. Tanrı da bizden zaten bunu ister. Tanrı’nın hoşuna giden bir iş yapmış olursunuz. Ayrıca kendi hayatınızı kendiniz yönetirdiniz, bu da sizi tatmin ederdi. Eğer bu seçeneği seçen bir imansızsanız da Descartes’ın dediği gibi Tanrı’nın kendisi olurdunuz. Kendi hayatınızın tanrısı olurdunuz ve yine, kendi hayatınızı kendiniz yönetirdiniz. Kendi hayatınızın tanrısı olmak hakkında şu videoya bakabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=7bSgR_gUiQI veya şu podcast bölümüne bakabilirsiniz: https://open.spotify.com/episode/59bkh9Y3lOr6asHqDWJzAY

Sanırım bu serideki en uzun yazım bu oldu. İyi medite olduk, iyi motive olduk. Şimdi de bu dediklerimiz uygulamaya girişelim. Hatta yine Selim Işık’tan alıntılayayım:

“Bence hemen köklü bir çalışma dönemine girelim. Ben de bu satırları yazar yazmaz söylediklerimi uygulamaya girişeceğim hemen. Daha fazla oyalanmayayım. Müsaadenizle.”

Başka yazılarda görüşmek üzere.

Yorumlar